Pencereden Bak: 12 Milyonun Hikâyesi
Pencereden Bak: 12 Milyonun Hikâyesi
Giriş
Fotoğraflarımın Google Haritalar'da 12 milyondan fazla kez görüntülendiğini öğrendiğimde derin bir nefes aldım. Bu sayı, bir ekranın köşesinde yazan basit bir istatistik olmaktan öteye geçti ve kalbimde bir anlam kazandı. On iki milyon farklı bakış, on iki milyon ayrı merak kıvılcımı demekti. Her bir görüntüleme, bir fotoğraf karesinden içeri süzülen bir çift göz gibiydi; sanki her biri benim penceremden dünyaya bakıyordu. O an anladım ki, çektiğim her karenin ardında anlatılmayı bekleyen bir hikâye, hissedilmeyi bekleyen bir duygu vardı.
Bu kitapta, dijital bir harita üzerinde paylaştığım fotoğrafların ardındaki gözlemleri, hikâyeleri ve duyguları anlatmaya çalışacağım. Google Haritalar'a yüklediğim her fotoğraf benim için bir anı, bir keşif ve bir etkileşim anlamına geliyor. Şehir sokaklarında gezinirken ya da bir binanın tepesinden ufka bakarken yakaladığım karelerin nasıl on iki milyon insana ulaştığını düşünmek beni hem heyecanlandırıyor hem de mütevazı bir şaşkınlığa uğratıyor. Bunca insanın, benim gözümün seçtiği bir görüntüyü görmüş olması tarifsiz bir bağ oluşturuyor aramızda.
Anlatacaklarım, bir fotoğraf karesinin donuk yüzeyinin ardına, onun ruhuna yolculuklar olacak. Her bölümde, Google Haritalar'da paylaştığım fotoğraflardan yola çıkarak, şehrin başka bir yönüne pencere açacağız. Kimi zaman kalabalık caddelerin keşmekeşine dalacağız, kimi zaman betondan duvarların sessizliğinde soluklanacağız. Dijital haritalar üzerinden gelişen bu anlatılar, aslında gerçek sokakların, gerçek anların yansımaları. Pencereden bakınca gördüklerim, umarım sizin de hayal gücünüzde canlanır ve belki siz de kendi pencerenizden bakıp yeni hikâyeler görmeye başlarsınız.
Haritalarda Kaybolmak
Bir haritanın içinde kaybolmak, bazen gerçek sokaklarda kaybolmaktan daha kolaydır. Bilgisayar ekranında açtığım Google Haritalar, parmaklarımın ucunda uçsuz bucaksız bir keşif alanı sunuyordu. Bir gün, evde oturmuş kahvemi yudumlarken Ankara'nın bilmediğim semtlerinde dolaşmaya başladım. Sokak isimleri yabancı, görüntüler belirsizdi ama her tıklayışımda yeni bir köşe başı, yeni bir bina, park veya meydan karşıma çıkıyordu. Dijital de olsa haritalarda kaybolmak, insana kendi şehrini turist gibi gezdirir.
Elbette, bu sanal yolculuklar çoğu zaman gerçek gezilerin habercisi oldu. Haritada rastgele dolaşırken karşıma çıkan ilginç bir duvar resmi, tuğla bir bina veya yeşillikler içinde saklı kalmış bir bahçe hemen not defterime bir keşif noktası olarak eklenirdi. Bir keresinde, harita üzerinde isimsiz görünen küçük bir meydanda garip bir heykel figürü fark ettim. Merak duygusu içimi sarınca, ertesi gün fotoğraf makinemi alıp o meydana gittim. Sokaklarda gerçekten kaybolarak buldum kendimi orada; haritanın gösteremediği dar ara sokaklardan geçtim, belki de bilerek yanlış dönüşler yaptım. Sonunda o heykelin yanına ulaştığımda, dijital ekranda gördüğümden çok daha etkileyici geldi: Heykelin etrafında uçuşan güvercinler, yere düşen akşam güneşinin gölgeleriyle birlikte bana apayrı bir manzara sunuyordu. Deklanşöre bastığım an, sadece bir görüntü değil, haritada kaybolmanın getirdiği keşfin heyecanını da kaydettim.
O fotoğrafı Google Haritalar'a yüklediğimde belki sadece birkaç yüz kişi görecek sanmıştım. Oysa haftalar içinde binlerce insanın o kareye baktığını fark ettim. Meğer benim sanal gezinirken bulduğum bu köşe, başkalarının da ilgisini çekmişti. Haritalarda kaybolmak bana şunu öğretti: Bazen en güzel keşifler, plan yapmadığımız anlarda karşımıza çıkıyor. Bir yolculuğun değeri, varılacak noktadan değil, yolda bulunacak sürprizlerden geliyor. Ve bazen, bir haritada kaybolurken aslında kendimizi, merakımızı ve şehrimizin bilinmeyen güzelliklerini buluyoruz.
Gözün Seçtikleri
Bir şehrin ortasında yürürken etrafımız bin bir detayla doludur. Reklam tabelaları, dükkân vitrinleri, koşuşturan insanlar, yüksek binalar... Ancak fotoğraf makinem boynumdaysa, bakışlarım tüm bu keşmekeş içinde özel bir şey arar gibi keskinleşiyor. O an çevremdeki onlarca uyaran arasından tek bir şeye odaklanıyorum. İşte gözün seçtikleri tam da böyle anlarda ortaya çıkıyor.
Bir keresinde, Ulus semtinde eski bir pasajın önünden geçiyordum. Günün telaşı içinde çoğu kişinin aceleyle yürüyüp gittiği o yerde, yere dökülmüş renkli cam parçaları dikkatimi çekti. Başımı kaldırdığımda, paslanmış bir demir pencere parmaklığının ardında muhteşem bir vitray cam olduğunu fark ettim. Gözüm kalabalığın arasından onu seçip çıkarmıştı bile. Hemen oracıkta durup kadrajımı ayarladım; kırık dökük cam parçalarının arasından sızan ışığı ve ardındaki o unutulmuş güzelliği fotoğrafladım. O karede, belki de yıllardır kimsenin dikkat etmediği bir detay saklıydı.
Bu fotoğrafı dijital haritaya yüklediğimde çok büyük bir etki yaratacağını düşünmemiştim. Sonuçta gösterişli bir anıt ya da popüler bir manzara değildi. Ama yanıldığımı kısa sürede anladım: Yüzlerce, ardından binlerce insan bu fotoğrafı beğenip bakmaya başladı. Yorumlarda birkaç kişi, "Defalarca buradan geçmişimdir, böyle bir şey olduğunun farkında değildim," diye yazdı. Gözümün seçtiği o küçük vitray ayrıntısı, meğer ne çok kişinin gözünden kaçmıştı.
Bu deneyim bana şunu gösterdi: Şehrin ruhu detaylarda gizlidir. Her gün önünden geçtiğimiz sıradan bir kapı, bir duvar resmi ya da bir sokak lambası, doğru açıdan bakıldığında hazine değerinde bir görüntüye dönüşebilir. Fotoğrafçının gözünün seçtikleri, başkalarına da yeni bir bakış açısı kazandırır. Benim için sıradan görünen bir anda yakaladığım bir kare, başkalarının hafızasında kalıcı bir şehir anısına dönüşebilir. Gözün seçtikleri, bakmasını bilene şehrin armağanıdır.
Betonun Sessizliği
Şehir dediğimiz, sadece insanlardan ibaret değil. Bazen, insan kalabalığının çekildiği anlarda şehir kendi sesini fısıldar. O fısıltı çoğu kez betonun sessizliğinden yükselir. Yüksek binalar, soğuk duvarlar, boş sokaklar kendi hikâyelerini anlatır, eğer dinlemeye niyetiniz varsa.
Bir sabah güneş doğmadan önce Ankara'nın iş merkezlerinin olduğu bölgede dolaşıyordum. Normalde gün içinde koşuşturan insanlarla ve trafikle dolu caddeler, o erken saatte bomboştu. Gökdelenlerin camlarında gece nöbetinden kalan ışıklar sönmek üzereydi. Beton binaların arasında yürürken adımlarımın sesi yankılanıyordu. İşte o an hissettim betonun sessizliğini: Kocaman bir şehir, birkaç dakikalığına da olsa nefes alıyordu sanki.
Karşıma modern mimarisiyle göz kamaştıran, tamamen cam ve çelikten bir bina çıktı. Gündüz vakti parlak güneş altında gözleri kamaştıran bu yapı, alacakaranlıkta gri gökyüzüne karşı siluet halinde duruyordu. Etrafında kimsecikler yoktu; sadece ben, bina ve onun yansıttığı ilk sabah ışıkları... Tripodumu kurup binanın ön cephesini ve sokağın boşluğunu kadraja aldım. O an deklanşöre basarken kulaklarımda sadece hafif bir rüzgârın uğultusu vardı. Fotoğraf, betonun sessizliğinin bir kanıtı gibiydi: Hiç insan olmadan da şehir konuşabiliyordu.
Bu kareyi paylaştığımda, pek çok kişi bu sakin manzaraya uzun uzun baktığını yazdı. Kalabalık bir şehrin bu kadar sessiz bir anını görmek onları etkilemişti. O yorumları okurken, şunu düşündüm: İnsanlar şehirleri hep hareket ve gürültü ile ilişkilendiriyor, ama aslında binalar da konuşuyor. Her duvarın, her yolun bir hafızası var. Gece yarısı veya şafak vakti, şehir uykudayken, betonun sessizliği devreye giriyor ve kendi hikâyesini anlatıyor. Benim de fotoğraflarımla yapmak istediğim, işte o hikâyeyi görünür kılmaktı.
Sokakların Hikâyeleri
Her sokağın bir adı vardır ama her ismin ardında sayısız hikâye saklanır. Şehir sokaklarında adımlarken, aslında bir hikâye kitabının sayfalarını çeviriyor gibiyiz. Kaldırım taşlarının aşınmışlığı, duvardaki eski bir afiş, köşe başındaki simitçinin her sabah aynı yerde duruşu – tüm bunlar sokakların bize fısıldadığı hikâyelerdir.
Bir defasında, Samanpazarı civarında dar bir sokağın fotoğrafını çektim. Bu sokağı özel kılan ne tarihi bir yapı ne de ünlü bir mekândı. Aksine, sıradan görünen bir mahalle arasıydı. Ancak fotoğrafı çekerken kadrajıma bir sahne girdi: Bir berber dükkânının önünde yaşlı bir amca tabureye oturmuş tıraş oluyor, berber ustura ile son düzeltmeleri yapıyordu. Yanlarında, bakkaldan aldığı ekmeği koltuğunun altına sıkıştırmış bir çocuk merakla onlara bakıyordu. Bu an öylesine sahici, öylesine sıcaktı ki deklanşöre basmaktan başka bir şey düşünemedim.
Fotoğrafa daha sonra baktığımda, o karenin içinde tüm bir mahallenin hikâyesinin saklı olduğunu fark ettim. Berberin yıllarını verdiği mesleği, amcanın her hafta aynı tabureye oturuşu, çocuğun büyüdüğünde hatırlayacağı çocukluk anıları... Hepsi o tek karede buluşmuştu. Bu fotoğrafı haritaya yüklediğimde belki sokak adıyla arayan birkaç kişiye yol gösterecekti, ama bakan herkes o sokakta yaşananları az çok hissedebilecekti.
Nitekim, yorumlardan birinde biri, "Bu fotoğraf bana çocukluğumu hatırlattı," diye yazmıştı. Bir başkası, o berberin müşterisi olduğunu ve bu anı görünce gülümsediğini paylaştı. İşte sokakların hikâyeleri böyle ortaya çıkıyor. Bir fotoğraf karesi bazen bir roman gibi okunabiliyor. Şehirlerin büyüsü de burada: Her sokak, her köşe başı, fark eden için anlatılmaya değer bir hikâye barındırıyor. Yeter ki durup dinleyelim, bakıp görelim.
Işığın Peşinde
Fotoğrafçılık, en temelde ışıkla yazı yazma sanatıdır. Şehir dediğimiz tuvalde ise ışık gün boyu değişen bir boyadır. Sabahın ilk ışıkları, öğlenin dik güneşi, akşamüstünün altın parıltısı ve gecenin neonları... Hepsi şehri bambaşka bir hikâye gibi gösterir. Işığın peşinde koşmak, bir bakıma anın peşinde koşmaktır.
Yaz sonuydu, günlerin hâlâ uzun ama akşamların serinlemeye başladığı zamanlar. İstanbul'a kısa bir ziyaret yapmıştım ve her zamanki gibi fotoğraf makinem yanımdaydı. Boğaz kıyısında, turistlerin ve İstanbulluların gün batımını izlediği bir noktada beklemeye başladım. Hedefim, gün batımında kızıllığa boyanan gökyüzü ile silüet haline gelen camileri tek kareye sığdırmaktı. Işık yavaş yavaş değişirken, her dakika manzara farklı bir renge bürünüyordu. Tam güneş ufukta kaybolurken bastım deklanşöre: Kızıl ve turuncu tonların dans ettiği gökyüzü, suyun üzerinde parıldayan son ışık huzmeleri ve uzaklarda beliren ilk yıldızlar... Fotoğraf makinesinin ekranında gördüğüm an, doğru zamanı yakaladığımı anladım.
Bu kare Google Haritalar'da kısa sürede binlerce kez görüntülendi. İnsanlar, tanıdık bir manzarayı farklı bir ışık altında görmenin büyüsüne kapılmış olacak ki pek çok beğeni ve yorum geldi. "Her gün geçtiğim yer, sanki başka bir dünyaya aitmiş gibi görünüyor bu fotoğrafta," diyenler oldu. Işığın peşinde koşmanın ödülü işte buydu: Aynı mekânı hiç görmediğimiz bir şekilde gösterebilmek.
Bazen de gecenin karanlığında ışığın izini sürüyorum. Boş bir caddede sokak lambalarının loş aydınlığı ya da yoğun bir yağmur sonrası asfalt yoldaki yansımalar, şehrin bambaşka bir yüzünü ortaya çıkarıyor. Işık olmadan görüntü yok ama doğru ışıkla sıradan bir manzara bile nefes kesici olabiliyor. Bu yüzden günün ilk ışığından son ışığına kadar, şehrin peşinden koştuğu ışığı ben de kovalıyorum. Çünkü bilirim ki her ışık, kendi hikâyesini birlikte getirir.
Kalabalık ve Yalnızlık
Bir metropol, kalabalıklarla tanımlanır. Ankara'nın Kızılay Meydanı’nda veya İstanbul’un İstiklal Caddesi’nde yürürken insan seline kapılmamak mümkün değildir. Her yanda koşuşturan, birbirine çarpan, konuşan, gülen, bazen de tartışan insanlar görürsünüz. Bu kargaşanın ortasında fotoğraf çekmek ise ayrı bir dikkat ister. Kalabalığın içinde yakalayacağınız anlar, bazen yalnızlığın en derin ifadesini barındırır.
Bir defasında, Kızılay'da akşam iş çıkışı saatlerinde fotoğraf çekiyordum. İnsanlar metrodan çıkıyor, otobüs duraklarına koşuyor, meydanda buluşanlar aceleyle bir yerlere dağılıyordu. Kadrajımı bu hareketlilik üzerine kurmuş, akan kalabalığı görüntülüyordum. Çekim yaparken fark ettim ki, yüzlerce insanın arasında bir genç kız, Güvenpark’ın kenarındaki bankta tek başına oturmuş yere doğru bakıyordu. Etrafındaki kimse ona aldırış etmiyordu; o da kalabalığın parçası gibi görünüp aslında o an yapayalnızdı. Zoom yaparak o kızı ve flu biçimde arkasından akıp giden insan selini birlikte kareye aldım.
Daha sonra bu fotoğrafa bakanların yorumlarını okurken, bir kişinin "Kendimi gördüm o bankta" dediğini okudum. Kalabalık içinde yalnız hissetme duygusu o kadar evrensel ki, koca şehirde bile insan kendini yapayalnız bulabilir. Fotoğraf karesi, işte bu paradoksu görünür kılmıştı.
Tersi de mümkün elbette. Bazen de tenhaymış gibi görünen bir sokak fotoğrafında aslında bir hayat kaynaşıyor olabilir. Yalnız bir sokak lambasının aydınlattığı bomboş bir sokak, belki birkaç dakika önce kahkahalarla dolmuştur ya da birkaç dakika sonra bir çift el ele oradan geçecektir. Fotoğraf anı dondurur ama hayal gücü o anın öncesini ve sonrasını doldurur. Kalabalık ve yalnızlık, şehirde birbirine karışan iki histir. Ben de karelerimde bazen ikisini yan yana getirmeyi, şehrin bu ikili ruhunu göstermeyi seviyorum.
Keşfedilmemiş Köşeler
Her şehir, turist broşürlerinde yer almayan, hatta orada yaşayanların bile belki bilmediği köşelere sahip. Bu keşfedilmemiş köşeler, bir fotoğrafçının en büyük hazineleridir. Google Haritalar'a fotoğraf yüklemeye başladığımda hedeflerimden biri de şehrimin bu gizli güzelliklerini ortaya çıkarmaktı.
Bir gün, Ankara'nın kenar semtlerinden birinde dolaşırken, üzerinde eskimiş bir tabela olan bir kahvehane gördüm. Tabelada silik bir şekilde "Kahvehanede Sanat" yazıyordu. İlgimi çekti ve içeri girdim. Burası sıradan bir kahvehane gibi görünse de duvarlarda asılı eski fotoğraflar, şiirler ve yerel ressamların tabloları vardı. İşleten kişiyle sohbet ettiğimde, mahalle sakinlerinin burada zaman zaman şiir dinletileri ve küçük sergiler düzenlediğini öğrendim. Bu küçücük mekân, dışarıdan bakıldığında fark edilmeyen bir kültür yuvasıydı adeta.
İzin isteyerek içerinin ve tabelanın fotoğrafını çektim. Bu karelerde, keşfedilmemiş bir köşenin sıcaklığı ve özgünlüğü vardı. Fotoğrafları haritaya eklediğimde, beklediğimden fazla ilgi gördü. Birkaç yerel blog, bu fotoğrafları görüp kahvehaneden bahsetmiş, meraklılarını oraya yönlendirmişti. Sonradan kahvehaneye tekrar uğradığımda, işletmeci bana teşekkür etti; fotoğraflar sayesinde birkaç yeni ziyaretçi gelmiş. İşte o an, yaptığım işin gerçek hayata dokunan bir tarafı olduğunu daha iyi anladım.
Keşfedilmemiş köşeler sadece mekânlardan ibaret de değil aslında. Bazen de bilinen bir yerin bilinmeyen bir açıdan görünüşü olabiliyor. Mesela herkesin fotoğrafını çektiği bir heykeli, anıtı, ben farklı bir arka planla veya farklı bir detayına odaklanarak çektiğimde, o da yeni bir keşfe dönüşüyor. Önemli olan, her zaman görünenin ötesine geçebilmek. Haritalar bu konuda bana bir oyun alanı sunuyor; çünkü haritada her yer eşit derecede önemliymiş gibi görünüyor. Ben de bu sayede ücra bir köşe ile merkezdeki bir meydan arasında ayrım yapmadan hepsine aynı merakla yaklaşıyorum. Sonuçta, her köşenin keşfedilmeyi bekleyen bir güzelliği var.
Zamanın İzleri
Şehirler, zamanın tuvali üzerinde sürekli değişen resimler gibidir. Dün olmayan bir bina bugün yükselir, yılların eskittiği bir duvar bir sabah yerinde bulunmaz. Fotoğraflarımın en büyülü yanlarından biri, zamanın izlerini yakalayabilmesidir. Bir karede donmuş an, yıllar sonra bile değişmeden kalır; oysa aynı mekân belki çoktan dönüşmüştür.
Bunu en iyi fark ettiğim anlardan biri, çocukluğumun geçtiği sokakta yaptığım çekimlerde oldu. Eskiden arkadaşlarımla top oynadığımız boş arsa, seneler sonra bir apartman inşaatına dönüşmüştü. İnşaatın temel kazıları başladığında oraya gidip fotoğraf çektim. Bir yanda yeni temelin beton blokları, diğer yanda kenarda hâlâ duran eski bir sokak lambası direği... Bu manzarada, geçmiş ile gelecek çarpışıyor gibiydi. O eski boş arsada hayal meyal gülen çocukluk hâlimizi görür gibi oldum. Fotoğrafa bakınca, o sokak lambasının dibinde bir zamanlar mahalle maçı yapan çocukların hayaletleri dolaşıyor gibiydi.
Google Haritalar'a o inşaatın fotoğrafını yüklediğimde, birkaç yıl önce aynı noktanın boş hâlini çekmiş olduğumu hatırladım. Arşivime baktım ve evet, o eski arsayı da zamanında görüntülemişim. İkisini yan yana koyduğumda, zamanın izleri gözler önüne seriliyordu. Biri sakin bir geçmiş, diğeri hareketli bir gelecekti sanki. Belki haritada insanlar sadece bir inşaat fotoğrafı ve tarihini göreceklerdi, ama benim için orada koca bir nostalji vardı.
Bazen eski bir binanın çatısındaki tabelada geçmişten kalma bir yazı, bazen kaldırım taşlarındaki yıpranmışlık, bazen de bir ağaç gövdesine çakılmış yıllanmış bir plaka... Tüm bu detaylar, zamanın şehirde bıraktığı imzalardır. Ben de karelerimde bu imzaları yakalamaya çalışıyorum. Çünkü bugünün sıradan görünen detayı, yarın çok önemli bir hatıraya dönüşebilir. Zamanın izlerini belgelemek, geleceğe küçük bir miras bırakmak gibidir. Ve belki yıllar sonra biri haritada benim fotoğrafıma baktığında, geçmişe açılan bir pencere bulacaktır.
Haritanın Ötesinde
Dijital bir harita, bize dünyanın kuşbakışı bir görünümünü sunar. Sokakları, binaları, parkları işaretler ama orada yaşananların tamamını anlatamaz. Google Haritalar üzerinde gezinirken bazen şunu düşünürüm: Bu kare, bu sokak görüntüsü, gerçeğin ne kadarını yansıtıyor? Haritanın ötesinde, fotoğraf karesinin dışında kalan koskoca bir hayat var.
Bir yaz günü, bir sahil kasabasının ara sokağında çektiğim fotoğrafı hatırlıyorum. Kadrajıma karekodlu ilginç bir duvar resmi girmişti: Duvara resmedilmiş kocaman bir martı, ağzında anahtar tutuyordu ve altında küçük bir dize yazıyordu. Fotoğrafını çektim ve haritaya yükledim. Sonradan bir arkadaşım o kasabaya gittiğinde, duvar resminin aslında yerel bir efsaneye dayandığını anlattı. Meğer o sokakta yıllar önce yaşayan bir denizci, evinin anahtarını kaybedince martıların getirdiğine inanılan bir hikâye varmış. Haritaya yüklediğim fotoğrafta bu hikâyenin sadece görsel bir iması vardı ama öykünün kendisi kareye sığmayacak kadar genişti.
Bu bana şunu düşündürdü: Haritalar ve fotoğraflar, bize dünyadan kesitler sunuyor fakat tam hikâyeyi vermek için her zaman yeterli değil. Bir restoranın fotoğrafını görüp güzel olduğunu düşünebilirsiniz, ama ancak oraya gidip yemeğin kokusunu aldığınızda, garsonla sohbet ettiğinizde gerçek deneyimi yaşarsınız. Bir parkın görüntüsüne bakıp huzurlu görünebilir, ama rüzgârın ağaçlarda çıkardığı sesi, kuş cıvıltılarını, bankta oturan yaşlı çiftin anılarını harita size anlatamaz.
Ben fotoğraflarımı paylaşırken hep bunun farkında olarak paylaşıyorum. Haritanın ötesinde kalanları merak edenler için bir kapı aralamak istiyorum aslında. Belki benim bir karemde gördüğü manzaraya hayran kalan biri, ertesi gün kalkıp orayı kendi gözüyle görmek isteyecek. Dijital dünya ile gerçek dünya arasındaki köprü böyle kuruluyor. Haritalar rehberimiz olabilir, ama keşfin gerçek heyecanı, o rehberin ötesine adım attığımızda başlıyor.
12 Milyonun Hikâyesi
Bu kitabın başlığı olan "12 Milyonun Hikâyesi", aslında tek bir hikâye değil, sayısız hikâyenin bir toplamı. Google Haritalar’da fotoğraflarımın görüntülenme sayısı on iki milyonu aştığında, bunun üzerinde epey düşündüm. Her bir "görüntülenme" aslında bir insan demek. Belki Ankara’da ev arayan bir aile, belki İstanbul’u hiç görmemiş uzak bir ülkedeki bir öğrenci, belki de çocukluğunun mahallesini hatırlamak isteyen yaşlı bir gurbetçi... O on iki milyon bakışın her biri, ayrı bir amaçla benim penceremden dünyaya baktı.
Kimi bir adres ararken rastladı fotoğrafıma, kimi seyahat planı yaparken. Bazıları tesadüfen tıkladı, bazıları ise bilerek aradı o görüntüyü. Belki bir anlığına durup baktılar, belki dikkatle incelediler. Bu etkileşimin büyüklüğünü kavramak zor; beni tanımayan, benim de hiç tanışmadığım bunca insanla görünmez bir bağ kurmuş oldum. Fotoğraflarım aracılığıyla onların hayatlarına minicik de olsa dokunabildim. Bu, bana sorarsanız, teknolojinin getirdiği en büyük mucizelerden biri.
Bazen düşünüyorum da, acaba hangi fotoğrafım en çok iz bıraktı? Belki betondan dev bir binanın sessizliği, belki küçük bir sokak anının sıcaklığı... Bilemem. Ama bildiğim bir şey var: Her paylaştığım kare, bir şekilde birilerine ulaştı ve kendi yolculuğunu yaptı. Hatta belki bazıları o karelerden ilham alıp dışarı çıktı, yeni yerler keşfetti. Belki bir sokak, bir bina artık onlar için de tanıdık hale geldi. Belki de hiç gelmeyecekleri bir şehri bir nebze olsun hissettiler.
"12 Milyonun Hikâyesi" dediğim şey, işte tüm bu olasılıkların bütünü. O rakamın soğuk görünümünün ardında insan sıcaklığı var. Ve ben bunu fark ettiğimde, yaptığım işin değerini daha iyi anladım. Paylaştığım her fotoğrafın bir titreşimi, bir yankısı varmış gibi geliyor artık bana. On iki milyon kez yankılanan bir hikâye... Bu hikâyenin içinde benim emeğim kadar, bakanların da hayal gücü var. Artık fotoğraflarıma sadece bir kare olarak değil, birer buluşma noktası olarak bakıyorum; benim gördüklerimle başkalarının düşlerinin kesiştiği bir nokta.
Kapanış Notu
Pencereden bakmak, bazen dışarıdaki dünyayı, bazen de içimizdeki dünyayı keşfetmektir. Bu satırları bir kapanış notu olarak yazarken, aslında hiçbir hikâyenin gerçekten bitmediğini hissediyorum. Anlattığım onca anı, onca gözlem, belki de sizde kendi yaşadığınız şehre dair yeni bir merak uyandırdı. Belki şimdi siz de evinizin penceresinden dışarı bakacak ya da bir dijital haritayı açıp daha önce fark etmediğiniz bir yere yakınlaştıracaksınız.
Bu kitapta paylaşmaya çalıştığım şey, bir fotoğrafçının kişisel serüveni olmanın ötesinde, hepimizin gözüyle gördüğü ama kalbiyle kaçırdığı şeylere dikkat çekmekti. Şehirler, insanlar, sokaklar ve anılar... Hepsi bir bütünün parçaları. Ve bizler, bu bütünün içinde kendi hikâyelerimizi yaratırken, farkında olmadan başkalarının hikâyelerine de dahil oluyoruz.
Google Haritalar'a yüklediğim fotoğraflar vesilesiyle başlayan bu yolculuk, beni hem kendi şehrimde turist yaptı hem de dünyanın dört bir yanından insanlarla aramda görünmez bir bağ oluşturdu. Bu kapanış notunda, her birinize benim penceremden baktığınız için teşekkür etmek istiyorum. Umarım satırlarım ve karelerim sizlere yeni pencereler açmıştır.
Şimdi kitabın son sayfasını çevirirken, belki de asıl yolculuk yeni başlıyor. Kendi şehirlerinizde, kendi haritalarınızda nice keşifler ve hikâyeler bulmanız dileğiyle... Unutmayın, bazen tek yapmanız gereken, durup pencereden bakmak.
Yorumlar
Yorum Gönder